‘İttihad-ı İslam’(İslam Birliği) siyasi bir kavram olarak kullanılmaya başlanmadan önce de Müslümanlarca biliniyor ve ihtiva ettiği anlam ibadet olarak görülüyordu. Çünkü Kur’an, Müslümanların birbirleriyle kardeş olmalarını ve bunun gerektirdiği ahlâk ve hukuku yerine getirmelerini talep ediyor, insanların arasını bozan, fitne doğuran her tür ayrımcılıktan da sakındırıyor. Dolayısıyla Müslümanların bireysel planda birbirlerine karşı kardeşlik hukukunu uygulamaları bir ibadet sayıldığı gibi, Siyasi yönü ağır bassa da,Müslüman milletlerin toplumsal planda kendi aralarında ekonomik ve askeri birlikler oluşturmalarını da ibadet kapsamında değerlendirilmesi daha uygundur. Hatta bu daha öncelikli ve önemlidir.
İlk Müslümanlar, o karanlık Arap cahiliyesi muhitinde insanların bir, beraber ve kardeş olduklarını, değişik ırk, dil ve renklerin Allah’ın ayetleri olduğu hakikatini yaşamak ve anlatmak uğruna bir çok sıkıntılarla karşılaştılar. Mekkelilerin İslam’a karşı durmalarının önemli bir sebebi de, kendilerini farklı gören düşünceleriydi. Onlar, Araplar ile diğer kavimleri bir ve kardeş gören ilahi emri kabullenemiyorlardı. Köle ile efendiyi bir gören Kur’an’ı dinlemek istemiyorlar onun sesini boğmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu ses, onların sınıf ve ayrımcılık esasları üzerine kurulu din ve düzenlerini tehdit ediyor, onun meşru olmadığını ilan ediyordu.
Hz Rasulullah (sav) bütün zorluklara rağmen merhamet, adalet ve kardeşlik ilkelerini insanlar arasında hakim kılmak için çaba gösterdi, bu uğurda sabır ve tahammül sınırlarını aşan bir duruş sergiledi. Sonunda kendisine iman etmiş sahabeleri arasında dillere destan bir sevgi, yardımlaşma ve kardeşlik kurmaya muvaffak oldu.
Kaderin talihsiz bir cilvesidir ki, Rasulullah(sav) efendimizin dar-ı bekaya irtihalinden sonra sahabeler arasında çıkan bazı ihtilaflar istenmeyen acı olaylarla sonuçlandı ve Müslümanlar arasındaki uhuvvet ve ittifak zarar gördü. Büyük çaba ve emeklerle kurulmuş birlikleri bozuldu.
Sahabe arasındaki olaylarda, tarihin gösterdiği malum siyasi sebeplerle beraber, Arap kavmiyetçiliğinin de rol aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçilik esaslarını referans alan Emevi hanedanının uyguladığı ayrımcı siyaset, ümmetin arasında kan dökülmesine ve günümüze kadar unutulmayan acı olayların meydana gelmesine sebep olmuştur.
Orta çağ boyunca Hristiyan alemine karşı genel anlamda güçlü olan İslam dünyası, siyasi bir birlik oluşturma işine fazla ihtiyaç duymamıştır. İslam düşmanlarına karşı siyasi ve askeri anlamda bir birliğin oluşturulması fikri, ancak kritik bazı dönemlerinde gündeme gelmiştir. Haçlı seferleri ile moğol istilası dönemlerinde, Müslümanların bu amansız düşmanlarına karşı birleşmeleri ihtiyacı kendisini daha fazla hissettirmiş ve bunun gerçekleşmesi yolunda önemli bazı gayretler de ortaya konmuştur.
İttihad-ı İslam düşüncesi son olarak Osmanlı imparatorluğunun batı karşısında aldığı yenilgilerle zayıf duruma düşmesinden sonra tekrar hatırlanmış ve gündeme gelmiştir.
Osmanlılar döneminde ‘İttihad-ı İslam’ kavramını ilk kez şair Namık Kemal Hürriyet gazetesindeki bir yazısında ifade etmiştir. Osmanlı imparatorluğu zayıflayıp yıkılma tehlikesi belirince, artık her etnik unsur kendi başının çaresine bakmaya başlar. Bu durum N. Kemal’i ve onun gibi İslam Birliğini isteyen hamiyetli insanları harekete geçirir. Müslümanların ayrılmalarının doğuracağı felaketlere dikkatleri çekmeye ve bunun imparatorluğu parçalayarak yıkmanın hesabını yapan ecnebilerin politikası olduğunu anlatmaya çalışırlar. N. Kemal konuyla ilgili yazdığı bir yazısında şöyle der: ‘Arapları uhuvveti islamiyye bize bir surette bağlamış ki, o bağı çözmeye olsa olsa Allah muktedir olur, olsa olsa şeytan rıza gösterir.’
19. Asrın son yarısında İttihad-ıİslam idealinin en hararetli savunucusu Cemaleddin Afgani’dir. Afgani Müslümanların geri kalma sebepleri üzerinde yoğunlaşmış, Batı’ya karşı en güçlü silahın ilimde, teknolojide ilerlemek ve birlik kurmak olduğu düşüncesini dillendirmiştir. II. Abdülhamit’in daveti üzerine İstanbul’ a gelen Afgani, Şii-Sünni ittifakının sağlanması konusunda da çaba harcar. Afgani’nin bu gayretlerinin Abdülhamit üzerinde etki bıraktığı, İran ile bu amaçla iyi ilişkilerin geliştirilmesini sağlamak konusunda Afgani’yi görevlendirildiği ve bu hedefe ulaşmak yolunda bazı adımların atıldığı bilinmektedir.
II. Abdülhamit’in Panislamizm siyaseti Batı sömürgesi olan İslam beldelerinde yankı yapmış ve bu durum sömürgecileri endişelendirmiştir. Batılılar buna engel olması için Abdülhamid’e baskı yapmışlar ve nihayette onu tahttan indirmeye muvaffak olmuşlardır.
Milli Mücadele döneminde de İttihad-ı İslam düşüncesinin etkisi görülür. Orta Asya ve Hint Müslümanları hareketi destekler ve büyük maddi yardımda bulunurlar.
İttihad-ı İslam konusunda akla ilk gelenlerden biri de şüphesiz Bediüzzaman Said Nursi’dir. Onun hemen hemen bütün hayatı bu idealin gerçekleşmesi için çalışmaktan ibarettir dersek mübalağa etmiş olmayız. Yazımızı onun konuyu ne kadar önemli gördüğünü ifade eden bir sözü ile bitirelim:
‘Bu zamanın en büyük farz vazifesi, İttihad-ı İslâm’dır.’